Sitemize Katkıda Bulunun

Merhaba, Sitemize yazılarıyla katkıda bulunmak isteyenler, bize bilgi@saksafonname.com e-posta adresinden ulaşabilirler. Teşekkür ederiz.

25. Akbank Caz Fest. 21-24 Ekim İzlenimleri

25. Akbank Caz Festivali Günlük Raporu: Festival, dün gece yerli caz konserlerini soluk soluğa izledi.

24 Ekim 2015, Cumartesi

Cumartesi günleri festivaller haftasonunu fırsat bilip konser harici etkinlikleri devreye sokuyor. Paneller, oturumlar, sergiler, çocuklara yönelik etkinlikler, workshoplar, atölyeler… Akbank Caz Festival`leri her sene bu konularda bir dolu etkinlik gerçekleştiriyor. Bu etkinliklerin bir çeşidi de paneller.

Geceyi Avrupa yakasında iki, Kadıköy yakasında bir konserle tamamladık. Caz piyanisti Ercüment Orkut yeni ve ilk albümü "Low Profile"ı Akbank sanat`ta çaldı. Avrupa yakasının diğer konseri ise Babylon Bomonti`deki Ses Beats projesiydi. Kadıköy yakasındaysa yeni albümü "Four Days" öncesi Kerem Görsev Quartet`i dinleme imkanı bulduk.  Geçen yaz İstanbul Caz Festivali ile başlayan Kadıköy yakasının caz atağı Akbank Caz Festivali`yle de sürmüş oldu.

Caddebostan Kültür Merkezi`nde caz konseri izlemek...

Konsere lafı getirmeden önce bir Kadıköylü, dahası bir Cadde`li olarak caz konserlerinin bu yakada artmasına en çok sevinenlerden biri olduğumu söyleyeyim. Üstelik majör konserlerin, usta isimlerin konserleri olması daha önemli. Dün gece Kerem Görsev Quartet konserine biraz da bu duygularla yürüye yürüye gittim. Bu bile güzelmiş… Çok yakınında oturmama rağmen CKM`de şimdiye kadar sadece (dünkü konserle birlikte) iki konser izlediğimi farkettim. Çok az! Artması için ne yapmalı? Bakalım, iyi haberleri duyururuz umarım…

Bir kaç cümle de bu güzel salon için etmemiz lazım. Hem akustiği, hem koltuk yerleşimi, sahne derinliği ve genişliği, özellikle izleyici koltuklarından sahne hakimiyeti ve konsantrasyonu gayet iyi, fuaye ve kültür merkezi imkanları hepsi çok başarılı. İçinde sinemaları, konser salonu, sergi alanları, lokanta ve kafeleriyle Caddebostan`ın en önemli kültürel uğrak yeri, daha da iyisi bir AVM değil, kültür merkezi. Tek notumuz caz konserleri artsın, artsın ama şu kesif patlamış mısır kokusuna da ne olur bir çare bulunsun…

4x4`lük Quartet

Cazseverler ne kadar farkında bilmiyorum ama Kerem Görsev yıllardır çok önemli bir işi başarıyor, mükemmel bir trio kurdu ve hiç bozmadan, her sene, her albüm üstüne koyarak daha da mükemmel hale getiriyor. Bu notu baştan düşmeli. Dün izlediğimiz konserin bunca başarılı, coşkulu ve heyecan verici olmasının ardında yatan sır bu.

Bir diğer sır da Kerem`in kendi dünyasını bestelerine yansıtması. Biz aslında bir konser nezdinde Kerem`in kendi dünyasını tasvir etmek için belirlediği müzikal cümleleri ondan dinliyoruz ve bu cümleler hep iyimser, hep moral veren ve hep içten, samimi cümleler. Bu cümleler bir de iyi bir ekip ve üstün icrayla birlikte ortaya dinlemesi müziksevere büyük zevk veren konserlere dönüşüyor. Türkiye gibi çok fazla değişkenin olduğu bir ülkede bu standardı tutturmanın demeyeceğim, korumanın ne kadar zor olduğunu varın siz tahmin edin.

Konserde en beğendiğim parçalar "Four Days", "Conversation with the Bass" (ki bu iki parça Kasım`da çıkacak yeni albüme ait parçalar), "Flying Notes" ve "Summer Breeze" oldu. Kağan Yıldız`la bas sohbeti özellikle ayrı tutuyorum ve albümdeki halini merak ediyorum. "Flying Notes"un enerjisi ve temposu konserin zirvesiydi, Ferit Odman`ın davulu/soloları keza, "Summer Breeze"de öyle, hepsi konserin öne çıkan anlarıydı. Sanırım onlar da çaldıkça açıldılar. Caz konserlerinin başlangıcı kadar finali de önemlidir. Bu da bir konser tansiyonu içinde müzisyenlerin ne kadar tecrübeli olduğuyla alakalı bir konu. Konser boyu içinize yakan ateşin ardından final hatasız ve eksiksiz olmalı. Yurtdışından gelen ustaların konserlerinde gıpta ile baktığımız bu detayları görmek çok hoş. Biste seslendirilen "I`ll Remember April" için de ayrı bir not. Konser finalleri insanların bir sonraki caz konserini iple çekmelerini, dışarı çıkınca gidip bir CD almalarını sağlamak için iyi seçimler yapmalı. Dün, Gene De Paul bestesinin seçimi buna iyi bir örnek.

Tenor saksofonda genç bir usta; Engin Recepoğulları

Son yıllarda tenor saksofon gibi çetrefilli ve solist bir enstrümanda başarılı genç isimler yetişmeye başladı. Bu isimlerin önde geleni sevgili Engin Recepoğulları ki saksofonu bir yıldır Kerem`le çalan bir dünya ustası Ernie Watts`tan aldı dün gece. Her ne kadar trio`nun yıllara yayılan kesintisiz birlikteliği aralarında özel bir iletişim yaratmış olsa da Engin Recepoğulları kendi sounduyla parçaların ruhunu eksiksiz aksettiriyordu.

"Radyoda Caz" paneli...

Akbank Caz Festivali sadece konserlere değil farklı etkinliklere de ev sahipliği yapıyor. Bunlardan biri dün gündüz gerçekleşen "Radyoda Caz" paneliydi. Konu radyoda caz olunca akla gelen ilk isimlerden Hülya Tunçağ engin deneyimi, derya bilgisiyle, diğer kıymetli katılımcılar, bir caz duayeni Sevin Okyay, radyo ustaları Tunçel Gülsoy ve Levent Öget’le panele katılan dinleyicilere “cazla geçen bir hayat dersi” verdiler. Radyoculuk mesleğine nasıl başladıklarından konu açıldı. Kimi zaman engebeli patikalardan geçtiklerinden ama çoğunlukla yaşanan güzel anların tüm olumsuzlukları unutturduğundan bahsedildi. Yaptıkları radyo programlarıyla büyüyen nesillere verdikleri öğütler altın değerindeydi. Radyoculuğun hiç tanımadığınız insanlara birşeyler öğretmek ve onları doğru müziklere sevketmek sanatı olduğunu düşünebiliriz. Çoğunlukla kabul görülen bir görüş olarak televizyona oranla sıcak bir iletişim olduğu kesin. Görünüşe göre intrenet radyoculuğu efektif oluşuyla tercih sebebi olsa da karasal yayın bizimle olmaya devam edecek. Cazın tanrıları böylesi isimlerin güzel seslerini ve güzel gönüllerini biz cazseverlerden eksik etmesin, çünkü onlar diğer radyo emekçilerine haksızlık olmasın ama yaptıkları karşılıksız, gönülden bir çabayla gerçekten yeri doldurulamayacak isimler. Umarım yazımızı okuyan caz dostlarımız arasında radyo programcılığı hayali kuranlar vardır ve bu güzel meslek dünya döndükçe devam eder. Bu işi gönülden severek yapan araştırmacı, meraklı, caz tutkunu radyocularla caz meraklısı dinleyicilerin bir araya geleceği panellerin devam etmesi dileklerimle.




Akbank Sanat`ta dün yılın en iyi albümlerinden "Low Profile"ı dinleme imkanı buldu cazseverler.

Dün akşam 25. Akbank Caz Festivali kapsamında yerli caz gecesi yaşandı ve konserleri izlemek isteyen müzikseverler ikiye ayrıldı. Bir salon dolusu cazsever Anadolu yakasında Kerem Görsev’i dinlerken, Akbank sanat`takilerin tercihi ise Ercüment Orkut Low Profile oldu. Cazseverlerin gözde mekanlarından Cafe Mitanni’nide sık sık izleme imkanı bulduğumuz Ercüment Orkut, Alper Yılmaz, Volkan Öktem ve Sarp Maden yine aynı yerde filizleri atılmış yeni albüm "Low Profile" dopdolu bir salona icra ettiler. Parçaların icralarındaki titizlikleri ve konsantrasyon ne kadar yüksekse parça aralarındaki şakalaşmalar da bir o kadar sıcakkanlıydı ve seyirciyi yakalamalarına yardımcı oldu. İcra edilen müziği tanımlamam gerekirse hızla giden bir yük treni kadar akıcı, tempolu ve doluydu diyebilirim. Dikkatimi çeken şeylerden biri Ercüment Orkut’un birlikte çaldığı ağabeylerinin diyeyim tecrübesinden faydalanırken onların önlerine projeye ismini vermiş icracı kimliğiyle geçmeyişiydi. Konser sonrası sohbet ettiğim Orkut müziğe başladığı ilk günden beri hiç bir zaman öne geçen veya birlikte çalıştığı müzisyenleri baskılayan, geri plana iten bir proje lideri olmamaya çalıştığını ve eşlik eden bir grup lideri olmaktan keyif aldığından bahsetti. Beyefendi kişiliğiyle vermek istediği bu mesajın dinleyiciye geçmiş olmasından duyduğu mutluluğu iletti. Ben, albümü dinlemenizi öneririm. Doğru zamanlamalarla takım oyununu hissedeceğiniz, maceracı, enerjik ve melodik bir müzikal yapıyla kurgulanmış bir albüm sizi bekliyor olacak.

23 Ekim 2015, Cuma

Festivalde ne kadar çok konser izlemek isteseniz de mutlaka yetişemedikleriniz oluyor. Dün akşam Akbank Sanat`ta izlemeyi istediğim "Şirin Soysal Sings Kurt Weil"de bu konserlerden biri oldu maalesef. Hakkında epey güzel şey işittiğim bu konseri umarım bir yerde izleme imkanım olur. Aslında gecenin daha geç saatlerinde Babylon Bomonti`de de güzel şeyler oluyordu, onlara da yetişemedim. DJ Maestro hadi yine neyse de Londra`lı şarkıcı Sinkane merak ettiriyordu, onu da daha sonra izlenecekler listesine yazıp beklemeye alalım.

Armoni ustasından dersler...

Kuşkusuz sadece gecenin değil, tüm festivalin en heyecan verici isimlerinden biriydi Bill Frisell. Bense kendimi Bill Frisell hayranı saymadım, saymazdım, dün akşama dek. Ama +3 fazlasıyla; kemancı Jenny Scheinman, çellist Hank Roberts ve viyolacı Eyvind Kang. Dün geceki zerafeti yaratan bu `ensemble` bir `country jazz` dörtlüsü ama bu etiketi iliştirip kenara çekilmekle olmuyor. Ortada bir etiketin boyunu fazlasıyla aşan, yaratıcılığı ve üstünlüğü Bill Frisell`a zimmetli büyük bir müzikal birliktelik, ustalık, incelik ve mükemmellik var. Caz eksenli müzikte `strings` kullanımı çok az bu kadar etkileyici olur. Bunu sadece müzisyenlerin maharetiyle açıklamak Bill Frisell`ın dehasına haksızlık olur. Üstelik cazda `strings` hep orkestral temellidir. Yaylılar soundu büyütür, genişletir, solist veya solistlerin derinliğini artırır, (iyi değilse de kafaları karıştırır, dikkati dağıtır), Bill Frisell`in armonilerindeyse keman, viyola ve çello üçü birden ikili, üçlü çapraz ritmik ve melodik yer değiştirmelerle harikulade minimalizmin çarpan etkisini artırıyordu. Bu kompozisyonlara paralel tek unsur elektrikli gitarda Bill Frisell`ın parçalarda ilk ateşi yakan melodik çapayı dinleyicinin gönlüne kelepçelemesiydi. En tanıdık, bildik melodiler bu sayede asıl amaca hizmet ediyordu, Bill Frisell`ın 18 telli dünyasına.

Yazıya oturmadan Scheinman, Kang ve Roberts`ın kendi albümlerini merak edip göz attım, kulak verdim, doğal olarak hepsinin tarzı farklı, içlerinde en farklı olanı Eyvind Kang. Bu müziklere dikkat kesilince dünkü konser daha anlamlı oldu. Siz de deneyin.

Bulursanız kaçırmayın diyeceğim ama kaçırdınız artık, hep söylüyoruz, yazıp çiziyoruz, böyle konserler her zaman gelmez, Bill Frisell bir daha gelir de bu proje mi olur, ne olur bilinmez. İşte bakın bu kaçtı! Şimdi izleyemeyen sizler üzülün, biz dinleyenler çok mesuduz çünkü.



Mimar Ludwig Mies van der Rohe sadeliğin yaşamımızdaki değerini vurgulamak için `Less is More` der yani `sadelik çokluktur`. Bill Frisell’ı sahnede izlemek insana böyle bir his veriyor. Bu kadar az pena sallayıp nasıl bu kadar dolu cümleler söyleyebiliyor bu adam? Karmaşanın, abartıların prim yaptığı bugünün yaşamında yalınlığın bir erdem olduğunu ama çoğu kişinin buna ulaşamadığını düşünüyorum.

Dün akşam, gökyüzünün adeta delindiği, yağmurun İstanbul caddelerini yıkadığı bir Cuma gecesi haftanın yorgunluğunun ardına bir Double Espresso niyetine Zorlu Performans Sanatları Drama Sahnesi’nde Bill Frisell’ı dinlemeye gittik. Sahnede Music for Strings Quartet ekibi kemanda Jenny Scheinman, viyolada Eyvind Kang ve çelloda Hank Roberts kendisine eşlik etti. Zorlu Performans Sanatları Drama Sahnesi bu tip akustik performanslara ev sahipliği yapmak için biçilmiş kaftan bana göre. Sahnede kullanılan enstrümanlar doğaları gereği yüzleri klasik müziğe bakan bir icranın yaratılacağına gebeydiler. Zaman zaman klasiğe, deneysele, irili ufaklı pek çok devingen melodiye ev sahipliği yaptı Drama sahnesi. Büyük merakla beklediğim bir performanstı ve konser öncesi Frisell’ın içinde yaylı barındıran tüm albümlerini hatmederek gittiğim bu konserde ben dahi izlediğim performans için beklenti çıtamın çok çok daha üstünde bir memnuniyet ve müzikal tatmine ulaştım. Türler arası akışlar öyle mütevazi ve samimiydi ki ne zaman klasik müzik dinliyoruz ne zaman folka geçiyoruz ne zaman blues`a göz kırpıyoruz takip edemedim. Sahnede dört kafadar dost meclisini kurmuş gülen bakışlarıyla reveranslar vererek birbirlerine müzikal patikaları için yollar açıyordu.

Konser sırasında bir ara kendi kendimi defalarca mutluluk ve huzurdan başımı yanımdaki boş koltuğa yaslamış hayallere dalarken buldum. Dün akşam konseri izleme şansı bulabilen dinleyiciler adına Bill Frisell’a ve birbirlerine sırtlarını dayamış dünyanın tüm kötülüklerine yaylılarıyla meydan okuyan diğer üç silahşörlere teşekkür ederim. Bu konser uzun süre hafızamda kalacak. Dünya hala dönüyorsa bu güzel müziklerin ve güzel müzisyenlerin varlığı yüzündendir belki.

22 Ekim 2015, Perşembe

Yağmurun şiddeti arttıkça konserlerin sayısı ve hızı artıyor. Dün festivalin ikinci günüydü. Hepimiz için festival demek gece konseri demek ama Akbank Caz Festivali son yıllarda Kampüste Caz`la üniversitelere, öğrencilerin ayağına konserleri götürürken geçen sene ve bu sene üniversitelerin yanına liseleri de dahil etmeye başladı. Perşembe günlüğüne niye bu detayla başladık, çünkü liselerde caz atölyeleri dün iki okulda başladı. Cem Tuncer (gitar), Ercüment Orkut (piyano) ve Ediz Hafızoğlu`ndan (Davul) oluşan üç caz müzisyeni dün sabah ilk önce Üsküdar Amerikan Koleji`nin, öğle saatlerindeyse Özel Enka Okulları`nın öğrencileriyle buluştu. Liselerde Caz ve Kampüste Caz`la ilgili elimize detaylar ve resimler geçtikçe günlükte paylaşacağız. Şimdilik günün notları arasında duyurmuş olalım.

Geceye Lüksemburg`lu genç caz grubunun konseriyle başladık.

Esas festival dediğimiz akşam konserlerine ise saat 19:00`da Akbank Sanat`ta Reis / Demuth ve Wiltgen üçlüsüyle başladık. Hiç tanımadığımız, hepsi çok genç müzisyenler. Lüksemburg`dan geliyorlarmış ve üçü de liseden arkadaş. Grubun piyanisti Michel Reis hem besteci hem solist. İyi bir piyanist, diğer iki isim; basçı Marc Demuth ve davulcu Paul Witgen de iyi müzisyenler ama açık söylemek gerekirse besteler tek yönlü çalışıyor. Yani? İyi bir melodi bulunca bu başlangıçtan dört, beş dakikalık hatta daha uzun bir müzik çıkarmak kolay iş değil, üstelik icrada konser boyunca hiç doğaçlamaya girmediler, sadece yazılı olanı çalıyorlar. Bu formül bir süre sonra kendini tekrarlayan müzikler üretiyor. Doğaçlamaya girmedikleri için virtüözitelerini dinleme imkanı da olmadı. Bu da önemli. Halbuki, özellikle zilleri dikkat çeken Paul Witgen sıradışı sololar çıkarabilir. İyi olan yanı şu, Michel Reis duygulara dokunmayı bilen melodller bulmada başarılı, parçaların her birinin introsu başarılı ama finalleri değil. Bu yüzden her parça sonunda dinleyici parçanın bitip bitmediğinde, alkışlayıp alkışlamamakta sürekli kararsız kaldı. Dikkat çekiciydi.

Günümüz müziğinde marka isimler var. Mesela, Marcus Miller’ı izlediğinizde basın kendine has soundunu bilirsiniz, sizde, beste ve duygu anlamında belki yoğun beklentiler yaratmaz ama açık sözlü olmam gerekirse eğlence garantilidir yani eğer beklentiniz eğlenceyse beklentiniz tam olarak karşılanır. Manu Katché’de tam bu ekol bir davulcu. Splash ve davul tonları öyle tok ve olgun ki yanına erişebilen bir davulcu bulamazsınız. Dinamik ve cesurdur. Teknik yeterliliği ise benzersizdir. Bazı müzikseverler beste ve grup olarak icra açısından (davul ön planda müziklerin genel zorluğu diğer enstrümanlar davula çalıştığı için kendilerine solo boşluğu bulamamaları gibi…) eleştiriler getirebilir ama bir festival konserine gelmiş, güzel bir akşam geçirmek isteyen müziksever gözüyle bakarsak bilet paramızın karşılığını tam olarak almış, evimize mutlu dönmüşüzdür eminim ki.

Konser, Manu Katché’nin ACT etiketiyle yayınlanan "Live in Concert" konsepti üzerine kurulmuştu. Kadroya tek eklenen basta Ellen Andrea Wang oldu. Çok da iyi oldu. İki gündür yüzümüz kadın basçılardan yana gülüyor. Bir önceki gece Linda Oh’la mest olan gönlümüz dün gece de Ellen Andrea Wang’la hoşnut oldu. Albümü dinlemiş biri olarak Wang’ın basının olumlu katkıs, “kadın eli” değmiş hissi kişisel radarıma hemen takıldı. Konser sonrası kısa bir sohbet etme şansım olan Katché bana daha önce bir kere röportaj için tanışıklığımızın samimiyetine güvenerek “Basta Christian McBride’da olabilirdi. Harika bir basçıdır, parmakları inanılmazdır ama Ellen’ın dokunuşundaki hissiyat ve kuzeyli güzelliği eşsiz. Onu gruba çok yakıştırıyorum.” demesi bu görüşümü tescil etti. İstanbul’a defalarca gelen Katché, CRR’den çok etkilendiğini ve seyirciden aldığı geri bildirimin performansını yükselttiğinden bahsetti. Gelecek Şubat & Mart ayında çıkacak yeni albümünden bahsederken “Çok keyif aldığım bir albüm daha piyasaya çıkıyor. Yine geldiğimizde Türk dinleyicisine yeni albümümü çalacağız” dedi. Manu Katché’nin dinamizmi ve seyirciyle iletişimiyle yarattığı sinerji seyircide her fırsatta salonu alkışa boğma eğilimi yaratmıştı.

Tore Brunborg kendisi için `yeni Jan Garbarek` benzetmesine ne diyor?

Konser sonunda ise Katché tıpkı albümünün sonunda olduğu gibi Snapshot parçasının nakaratını seyirciye söyletiyordu. Konser bittiğinde aklımda kalan en kıymetli sesler daha önce farklı gruplarda dinlediğim ve son albümü Slow Snow’dan çok etkilendiğim Tore Brunborg’un saksafonundan kulağıma takılanlardı. Kendisine zaman zaman yakıştırılan “Yeni Jan Garbarek” ünvanını sordum. Bana “Bu benzetmeden çok hoşlanmadığını çünkü farklı yaklaşımlarda olduklarını ama Garbarek’e olan hayranlığım ve aldığım ilham benim için çok değerli” diyerek yanıt verdi. Manu Katché’yi farklı projeleriyle Türkiye’de gelecekte yine ağırlayacağız ve kar-yağmur demeden salonu yine dolduracağız.

Manu Katché ECM firmasından ayrılınca müziği de değişti mi?

Manu Katche`nin dünkü konserini izlerken acaba sanatçının kariyerinde bir dönem kapanıyor mu diye düşünmeden edemedim. Sonra aklıma bundan bir süre önce okuduğum John Kelman yazısı geldi (yazıyı gönderen sevgili Sami Kısaoğlu`na teşekkür ederim), Kelman yazısında Manu Katché`nin ECM firmasıyla son albümü olan "Touchstone For Manu" ile yeni firması (ve ECM`in köklü rakibi) ACT`den yayınlanan "Live in Concert" albümünü peşpeşe yayınlamasını iki şirketin yüzeyde görünen ticari rekabeti olarak algılayabileceğimiz gibi yüzeyin altında aslında derin artistik farklılıklar yattığının altını çiziyordu.

İşin aslını öğrenmek için hikayenin başına, yani 2005 yılında yayınlanan "Neighbourhood" albümüne kulak vermek lazım. Manu Katché imzalı albümde saksonfonlarda Jan Garbarek, trompette Tomasz Stanko, piyanoda Marcin Wasilewski ve basta Slawomir Kurkiewicz vardı. Albüm Manu için yeni bir dönem anlamına geliyordu ve bu dönem Kuzey Avrupa aromasında `straight` caz dönemi demekti. Miles Davis ve Keith Jarrett müziklerinin sıcaklığında parçalar dinlemeye başlamıştık. Sting ile, Peter Gabriel ile dünyanın en iyi rock davulcularından biri olan Katché caz davulunda hızla göz kamaştırmaya başlamıştı. Bu müzikler ECM firmasının etkisi ve yönlendirmesiyle olmuştu şüphesiz, dün izlediğimiz konserle bu daha bariz bir şekilde ortaya çıktı. 2007`de "Playground", 2010`da "Third Round" ve 2012`de kendi ismini taşıyan albüm ve son "Touchstone for Manu" ile kapanan ECM dönemi.

Dün konserde piyano, elektrikli piyano ve orgda harika bir piyanist Jim Watson vardı. İşin ilginci, sanatçının ECM`den çıkan bir önceki albümünde de yine kadim dostları Tore Brunborg ve Jim Watson vardı. Zaten dün konserde Manu`da ne kadar uzun zaman birlikte çaldıklarını söyledi ama farklı olan grubun ECM soundundan daha uzak bir müziği doğru yelken açtıkları gerçeğiydi. Bu notu düşmek şarttı.

21 Ekim 2015, Çarşamba

Yeni bir "Festival Günlüğü"nden merhaba… `Şehre caz geldi!` Dün gece geldi… Hava soğumuştu, soğuk festivale yakışmıştı. Biraz yağmur, biraz ıslak yol kokusu. İnanır mısınız, bir ara, bu yaz izlediğimiz son The Bad Plus Joshua Redman konseri sanki az önce bitmiş de ışınlanıp Şişli`nin arka sokaklarına gelmişiz gibi hissettim. Özgül ağırlığı aynı olan konserlerdi! Neyse, bu kısma sonra gelelim. Önce festivalin ilk caz gecesi…

Şehrin caz haline Babylon Bomonti`de başladık…

Aslında festival biraz daha erken saatte Akbank Sanat`ta Kuára Duo ile başladı. Ne yalan, bu Finli piyano & davul ikilisini baya merak ediyordum, tanıtım metninde yazan `gece yolculukları gibi` cümlesi tahrik ediciydi ama yok yakın saatlerdi, aman İstanbul`un trafiğiydi derken merak bir başka bahara kaldı.

Carmen Lundy`den performansı ve enerjisi yüksek bir konser izledik...


Babylon Bomonti`yi sevdik...

Dün gece hepimizin konser kadar merak ettiği Babylon`un yeni mekanı Bomonti idi. Hem şehrin tam kalbinde hem şehre uzak… Öyle bir havası var Bomonti`nin. Dün ilk kez ve gece geldiğimiz, birazdan konser başlayacağı için her şeyi görme imkanı olmadı ama ana mekanı çok beğendik. Konser alanı bir caz klübü için epey büyük ama bir konser salonundan küçük, oldukça kompakt bir alan. Genişliği ve derinliği fevkalade bir sahne, yüksek tavanlar, binanın orijinal tuğla duvar dokusu korunmuş, sahne arkası akustik pano boydan boya ve dekoratif. Masa ve sandalyeler kalkabilir / kalabilir, dans da edilebilir, dün geceki gibi `jazz club` düzeninde de oturulabilir. Konser alanına girmeden, fuaye nerdeyse konser kısmı kadar geniş ve ferah. Sanatçılarla konser sonrası imza işleri de, arkadaşlarla ayaküstü festival dedikoduları da burada yapılıyor. Gerçi, dün gece biz gelene kadar epey müzikseveri ağırladı Bomonti, tecrübeli ekip öngörülebilecek tüm sorunları belli ki baştan çözmüş, bize sadece keyfini çıkarmak kalmış, biz de öyle yaptık.


Dave Douglas Quintet`le avangardın sınırında post bop müzikler...

Quintet ile izleyicinin ilk ısınma turları sonrasında birbirimizi seveceğimizi anladık ve aradaki yabancılaşma efekti bir anda ortadan kalktı. Dave Douglas az konuştu ama konuştuğu anlarda sohbeti ve esprileriyle (uçakta rastladığı kadını konserde görmesi kısmı güzeldi, ilginçtir, röportajda da uçakla ilgili bir bölüm var) `muhabbet insanı` olduğunu belli etti. Beşlinin tümü son yılların New York merkezli caz sahnesinin önde gelen isimleri. Hepsi otuzların ortasından itibaren başlayan yaş diliminden ve çok iyi enstrümanistler. Ben özellikle Jon Irabagon`u çok beğendim. Bu harika müzisyeni daha önce dinlemiştim ama kayıt yine de canlı izlemek gibi olmuyor. Konser sonrası fuaye alanında Engin Recepoğulları da beğenisini çok net belirtti. Onun fikri benim için önemli. Hayli etkilenmişti. Nasıl etkilenmesin ki! Çalışında eski ustaların tutkusu, kusursuzluğu, uzun ve pürüzsüz solo tavrı var. Davulcu Rudy Royston solosuna belki tam istediği gibi başlayamadı ama devamında etkileyiciydi (her konser yeni baget çeşitleri görüyorum, bu ayrı bir not olsun. Dün Royston`un bir ara kullandığı kalın ama sanki içi boş bir malzeme gibi olan bagetler ilgimi çekti, bombeli, tatlı bir sesi var). Piyanist Matt Mitchell`ın kısa, kesik ve kenarlı çalışları ilginçti ama lirik, melodik ve uzun bir solo bölümde ne kadar iyi bir klavyesi olduğunu anlamak etkileyiciydi. Basçı Linda Oh gözümde hep 2009 tarihli "Entry" albümündeki çizgi karakteri gibi kalmış, dün gece sahnedeki suskun kız daha tatlıydı.

Okunma 4613 defa Son Düzenlenme Son Düzenlenme Ekim 31 2015
Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn
Semih Maden

Caz müziğine olan ilgisi hergeçen gün artmaktadır. Amatör olarak ilgilenmekte olduğu saksafon ise hayatında ayrı bir yer tutmaktadır.

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.

İletişim

E-mail:  bilgi@saksafonname.com