Sitemize Katkıda Bulunun

Merhaba, Sitemize yazılarıyla katkıda bulunmak isteyenler, bize bilgi@saksafonname.com e-posta adresinden ulaşabilirler. Teşekkür ederiz.

Ülkem Özsezen ile Söyleşi

"Müziğimde etnik öğelere yer yok."

 Dedenizin CSO flütçüsü ve konservatuvarda  öğretim üyesi, ağabeyinin ise İsmet İnönü’nün çello hocası olduğu  belirtiliyor biyografinizde. Peki, birinci derecedeki yakınlarınızın  müzikle ilgisi hangi boyuttaydı? - Annem bankacıydı, müzikle ilgili  olmasa da beni bu konuda çok desteklemiştir. Ailenin tek çocuğuydum.  Babam ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın  Yüksek Okulu’nda öğrenim görmüş, San Grafik’in ortaklarından ve işi  icabı sanatın her dalıyla iç içe. Geniş bir klasik müzik plak arşivi,  kütüphanesi vardı. Birlikte plak dinlerdik. Her hafta İDSO’nun  konserlerine giderdik. Sezonun tüm operalarını izlerdik. Bu birikim  benim ilk kompozisyon eğitimimdi.

Caz virüsü kanınıza ne zaman ve nasıl girdi? -  Klasik müzik çalmayı seviyordum. Geniş bir repertuvar oluşturmuştum.  Fakat içimden gelen müziği çalmak istiyordum. 15 yaşında, babamın  kitaplığında Cüneyt Sermet’in “Cazın İçinden” adlı kitabını buldum.  Okumaya başladım. Öyle ilginç anekdotlarla anlatıyordu ki caz tarihini,  bahsettiği sanatçıları ve müziklerini merak etmeye başladım. 1990’ların  başında plak bulmak çok zordu. Kasetlere kayıt yaptırırdım. Cüneyt  Sermet’i okudukça, merak ettiğim albümleri bulmak için Beyoğlu’ndaki  Lale Plak’a koşardım. Peşine düştüğüm ilk piyanist Lennie Tristano’ydu.  Albümünü defalarca dinledim. Piyano başında sololarını çalmayı denedim.  Ardından Thelonious Monk, Duke Ellington, Bill Evans’ın albümleri geldi.  Kitabı izleyerek adım adım bilgimi geliştirdim. Bu arada Jazz Dergisi  yayımlanmaya başlamıştı. Her sayısını ilgiyle okurdum. Özellikle Körleme  köşesinde yer alan albümleri satın alıp inceler, dergideki yorumlarla  karşılaştırırdım. Ailemle gittiğim BİLSAK Caz Festivali’nin konserleri  de beni çok etkilemiş, caza yönelmemde önemli etmen olmuştu.            

Hangi  noktada klasik eğitimi bırakmaya karar verdiniz, klasik müzikte size  yetersiz gelen neydi, aileniz kararınızı nasıl karşıladı? - İstanbul  Üniversitesi’nin Su Ürünleri Mühendisliği bölümüne girmiştim. 1997’de  Jazz Dergisi’nde Umbria Jazz Clinics hakkında bir yazı okudum. Yazarını  arayıp konuştum. Berklee Koleji’nin öğretim üyeleri Umbria Caz Festivali  kapsamında 3 haftalık atölye çalışması düzenliyordu. Başvurdum ve  atölye çalışmasına katıldım. Cazla ilk doğrudan temasımdı. Trompetçi  Greg Hopkins, gitarcı John Scofield’ın atölye çalışmasına katıldım.  İcralar üzerine analizlerini dinlediğimde, cazın akademik bir boyutu  olduğunu kavradım. Perugia’da caz kulüplerine gittim. Bu arada, daha  sonra ortak çalışmalar yapacağımız klarnetçi Zülfikar Bagirov ile  tanıştım. Orkestra şefi Elşad Bagirov’un oğluydu, benim gibi caz  tutkunuydu… Türkiye’ye dönüşte klasik müziği bırakmaya karar vermiştim.  Bunu aileme bildirdiğimde babam karşı çıktı, fakat bir süre sonra kabul  etti. Ayşe Tütüncü’nün tavsiyesi üzerine Timur Selçuk Çağdaş Müzik  Merkezi’nde, Ali Perret ile caz piyanosu ve caz armonisi çalışmaya  başladım. Berklee mezunu olması benim açımdan büyük avantajdı, çünkü bir  süre sonra Boston’a gitmeye karar verdim.

Ali Perret’le çalışma programınız nasıldı, eğitimin dışında konserlerde, kulüplerde çaldınız mı? -  Perret çok kafa dengi bir kişilikti. İlk günümüzde “Caz ve doğaçlama  öğretilemez derler, sihirli, gizemli bir yetenek olduğunu söylerler, bu  doğru değildir, caz ve doğaçlama öğrenilebilir” demişti. Ondan çok şey  öğrendim. Haftada iki saat ders alıyordum. Önemli caz eserlerinin  notalarını inceleyip analiz yapardık. Ev ödevleri verirdi. Evde çok  yoğun çalışmaya başladım. Armonik analizler yapıyordum. Stride tekniğini  kavramak, akor şifrelerini çözmek bir yılımı aldı. Bu arada dinlediğim  cazcılar üzerine sohbet ederdik. Bana yeni isimler önerirdi. Örneğin  Randy Weston’ı onun sayesinde tanımıştım. İki yıllık çalışmanın sonunda,  bebop ve doğaçlama tekniğini kavradım, müziğe bakış açım değişti.  Klasik piyanist kimliğim gitti, yerine caz müzisyeni geldi. 1999’da  Bilgi Üniversitesi’nin Caz Bölümü’nü kurduğu dönemde Berklee’ye  başvurdum.

Kabul edilme süreciniz nasıl gelişti? - Evde 15  dakikalık bir kaset kaydedip gönderdim. Caz standartları, blues ve  teknik pasajlar içeriyordu. Ayrıca armoni ve müzik bilgimi içeren  formlar, referans, başvuru mektubu vardı zarfta. Okula kabul edildiğim  bildirildi. Boston’a gitmeden 10 gün önce 19 Ağustos depremi oldu.  Sevdiklerimi endişeli bir ortamda bırakmak bana çok zor gelmişti.  Ardından okula alışma sürecinde zorlandım. Seviye sınavında öyle  yetenekli öğrencilerle karşılaştım ki, gözüm korktu. Evet solfej,  armoni, analiz bilgim iyiydi ama bu yetmiyordu. Burs başvurusu bile  yapmadım. Berklee’de öğrencilerin yüzde 60’ının eğitimi yarım bırakıp  ayrıldığını biliyordum. İlk yıl elenmemek için günde 10 saate kadar  piyano çalıştım. Okulun piyanistlere ayrılan piyano odaları saat 03.00’e  kadar açıktı, sonrasında 24 saat açık olan ana binanın salonlarına  geçip sabaha kadar çalışmak mümkündü. Bir yıllık mücadeleden sonra  kendimi güvende hissedebileceğim, iyi öğrenciler arasına girebileceğim  düzeye geldim.  

Okulda dikkat çekmenizi sağlayan ilk başarınız neydi? -  Boston Müzik Fuarı’nda okulu temsil edecek beste için yarışma açıldı.  Klarnetçi Zülfikar Bagirov da benden bir yıl sonra okula başlamıştı.  İkili için yazdığım eser yarışmayı kazandı. Fuarda okulu temsil ettik.  Bu arada bazı prodüktörlerden müziğimizi sampling amacıyla kullanmak  üzere teklif aldık. Ardından okulun salonunda konserler vermeye  başladım. Grup kurduk. Bütün bunlar beni rahatlattı. İstanbul  Üniversitesi’nden mezun olduğum için aldığım bazı derslerden muaf  tutulmanın da yardımıyla 4 yıllık okulu 2,5 yılda bitirdim. 2002’de  diplomamı alır almaz İstanbul’a döndüm.   

Karşılaştığınız  ya da hocanız olan müzikçilerden hangileri verdikleri ipuçlarıyla  müziğe bakışınızda önemli değişikliklere yol açtı? - Kompozisyon  öğretmenimiz Ken Pullig’in müzikte dramatik yapı oluşturma konusunda  anlattıkları benim için çok önemliydi. Yaptığımız besteleri seslendirip,  kaydedip, sınıfta hep birlikte analiz ediyorduk. En sevdiğim dersti.  Pullig, zamanınız kısıtlı olduğunda beste yapmak gerektiğinde nasıl  davranmak gerektiğini öğretmişti. Bu tür ilginç pratik ipuçları  veriyorlardı. Çok sevdiğim saksafonculardan Dave Liebman’ın atölye  çalışmasını hiç unutmuyorum. Enstrümanıyla doğaçlama yaptı ve  melodilerle çizdiği resmi tahmin etmemizi istedi. Herkesin farklı bir  yorumu vardı. Meğer yaşlı bir ağacı çizmiş. Sınıfta birkaç kişi müziği  dinlediklerinde aynı duyguya kapıldığını söylemişti.   

JoAnne  Breckeen’la ne kadar birlikte çalıştınız, ufkunuzu açan önerileri oldu  mu? Cüneyt Sermet, çok nota kullanan bir piyanist olmakla suçlar  Breckeen’ı, yaklaşımı sizi nasıl etkiledi? - Derslere başlamadan önce  bulabildiğim tüm albümlerini dinlemiştim. Fakat benim için McCoy Tyner  ya da Brad Mehldau gibi her adımı takip edilmesi gereken bir piyanist  değildi. Yakından dinlediğimde fikrim değişti. Piyano sınıfında birebir  ders yaptık. Yüksek lisansta beş öğrencisinden biriydim. Bu dersler  gerçekten çok zordu. Ağırlıklı olarak eski, yeni albümlerin analizlerini  yapıyorduk. Haftada 3 saatten 1,5 yıl birlikte çalıştık. 60’lı yaşlarda  olmasına karşın müthiş bir kulağa sahipti. Sert bir kişiliği vardı.  Öğrencilere karşı kibardı. Sınıfta çalarken ya da üçlüsüyle çalarken  dinlemek gerçekten ufuk açıcı oldu benim için. Çok nota kullansa da  müthiş bir derinliği vardı müziğinin. Olağanüstü ifade biçimleri,  buluşlar duyabiliyordum. McCoy Tyner’dan etkilenip, aksak ritmlere,  pentatonik pasajlara odaklanmış, buna kendi özelliklerini de katarak  müziğini oluşturmuştu.  Bizleri kendimize en uygun stili seçme konusunda  yönlendirdi.    

Berklee’den mezun olduktan sonra elinizdeki referanslarla neden şansınızı New York’ta denemediniz? -  Aynı soruyu JoAnne Breckeen da sordu. Hatta hayret ettiğini söyledi.  Okulu erken bitirmememi önerdi. Ben ise kararlıydım. Bunun birkaç nedeni  vardı: 11 Eylül olayı yaşanmıştı. Pek çok caz kulübü kepenklerini  kapattı. İstanbul’da beni bekleyen bir sevgilim ve ailem vardı.  Hepsinden önemlisi olgun bir cazcı olmak için New York’ta olmaya gerek  yoktu. Hem Berklee’de hem de dünyada büyük bir teknolojik dönüşüm  yaşanıyordu. İyi müzikçinin dünyanın herhangi bir noktasından sesini  duyurması mümkündü.  

Öğrencilik  döneminde pek çok müzikçi gelir elde etmek için alışılmadık ortamlarda  konser verir. Örneğin arpçı Şirin Pancaroğlu süpermarketlerde çaldığını  anlatmıştı. Sizin bu güne kadar çaldığınız en sıra dışı mekan  hangisiydi? - Türkiye’ye dönüşte askere alındım. Silahlı Kuvvetler Armoni Mızıkası’nda görevliydim. Protokol  müzisyeniydim. O dönemde Türkiye’nin ABD ile Irak’a müdahalesi  tartışılıyordu. Tezkere süreci yaşanıyordu. Muazzam bir prokol  hareketliliği vardı, benim de terhis tarihim yaklaşmaktaydı. Üst düzey  komutanların, yabancı konuklarla önemli görüşmeler yaptığı protokol  yemeklerinde İzmirli kontrbasçı arkadaşımla çaldık. Bizden, salondaki  çatal, bıcak sesinden yüksek çalmamamız isteniyordu… Çok ilginç  günlerdi...

Türkiye’ye dönüşte bestelerinizi kaydetmek konusunda pek  aceleci davranmadınız. Neredeyse 9 yıl sonra çıktı ilk albümünüz. Neden? -  Kuşağımın caz müzisyenleri henüz ortaya çıkmamıştı... 2008’den sonra  çıktılar. İlkokul arkadaşım Ozan Musluoğlu’yla Facebook’ta karşılaştım.  “Coincidence” albümünün prodüktörlüğünü üstlendim. Kayıt aşamasında son  anda bazı sürprizler oldu. Örneğin İmer Demirer  “İzmir’den İstanbul’a  harika bir saksofoncu geldi” dedi ve Engin Recepoğulları’nı tanıştırdı. O  da aramıza katıldı. San Grafik oldukça gelişmiş bir ses stüdyosuna  sahipti, kayıtları, mix ve masteringi orada gerçekleştirdik. Ardından  Önder Focan  “36mm Biometric” albümünün yardımcı prodüktörlüğünü teklif  etti. İstanbul’da konserler verdim. 2010 İstanbul Avrupa Kültür Başkenti  etkinlikleri kapsamında “Bir Şehir Hikayesi-Konstantiniyye-İstanbul”  konserinin proje koordinatörlüğünü üstlendim…

İstanbul’un çok kültürlü müzik geçmişiyle karşılaşmak sizi nasıl etkiledi, size neler kazandırdı? -  Bu projede İstanbul üzerinde sosyolojik ve kültürel anlamda derin izler  bırakan müzikal yapılar kronolojik bir sırayla sunuldu. İcrada 1500  yıllık süreçte ortaya çıkan enstrümanlar kullanıldı. Bu projenin  kayıtları Boston’da Amerikalı akademisyen müzisyenlerle gerçekleşti,  konseri Cemiltopuzlu Açık Hava Sahnesi’nde yine aynı müzisyenlerle  yapıldı. Bu projede İstanbul’un müzikal derinliğini, ruhunu  derinlemesine ve kültürel katmanlar içerisinde araştırma ve çözümleme  imkanı buldum. Ayrıca eski müzik aletlerinin tınılarını keşfetme  olanağına kavuştum, çok değerli akademisyen ve müzisyenlerle tanıştım.  Teknik anlamda, uluslararası çapta büyük bir konser organizasyonuna  nasıl hazırlanılır, provalar, aşamalar nelerdir, uzun soluklu  performanslar, geniş ve karmaşık bir kayıt süreci nasıl yönetilir, bunu  deneyimledim.

İlk albümün zamanının geldiğini gösteren işaret fişeği neydi? -  Elimde eski, yeni besteler vardı. Albüm kaydedecek durumda olduğumu  hissettim. Herhangi bir telaşım yoktu. Hâlâ aynı fikirdeyim. Her yıl bir  albüm yayımlamam gerekmiyor. Önce birlikte çalışmaktan zevk aldığım  arkadaşlarımı bir araya getirdim. Ferit Odman ve Engin  Recepoğulları ile kayıtları yaptık. Sonra temayı seçtim: Albüme ismini  veren “Ghost’s Note”. Kayıt ve miksaj, mastering bir ayda tamamlandı,  yayımlandı.

Bu albümde kompozisyon ve icra açısından hedefleriniz nelerdi, ne kadarına ulaşabildiniz, doğaçlamanın oranı neydi? -  Bu albümde müzikal tarzımı yansıtan, yüksek düzeyde  kompozisyonlara yer verdim. Okul döneminde yazdığım, sonradan üzerinde  değişiklik ve geliştirmeler yaptığım besteleri ve son dönem yazdığım  biraz daha modern tarzdaki çalışmalarımı albüme koydum. Tabii caz  müziğinde doğaçlama oldukça fazla yer tutuyor, müzisyenlere bu anlamda  kendilerini gösterme ve nefes alma imkanı sunan tarzda düzenlemeler  yaptım.  

Ghost’s Note’a ne gibi tepkiler geldi, üstünden bir süre  geçtikten sonra dinlediğinizde eksik/fazla neler fark ettiniz; bunlardan  ne gibi dersler çıkardınız? - Bu albüm ile ilgili çok olumlu  tepkiler aldım. Müzikal anlamda bestelerin hayat bulduğunu ve dinleyici  ile arasında bir bağ oluştuğunu hissettim. Kayıt aşamasına kadar  hazırlıklı olmanın, provalar kadar müzisyenler arasındaki uyumun üst  düzeyde olmasının da önemli olduğunu düşündürüyor bana bu albüm...

2014’te,  bir yandan TÜSAK gibi bir yasayla ülkenin önde gelen sanat kurumları  yok edilmeye çalışılırken, konservatuvarlar ve üniversiteler dershane  düzeyine indirilmek üzereyken, AKM’nin kapısına kilit vurulmuşken,  cumhurbaşkanımızın söylediğine göre parlamenter demokrasi rafa  kaldırılmışken size hangi güç yeni bir albüm hazırlamak için moral  verdi? - Titanik faciasını anlatan meşhur filmde bir yaylı sazlar  dörtlüsü vardır. Gemi batana kadar müzik yapmaya devam ederler. Bu olay  gerçektir, hatta son çaldıkları parçalar bile bellidir. Müzik hep devam  ediyor bizim için. Sanırım kaptan, mühendisler ve tayfayla birlikte aynı  gemiye aitiz biz.

Yeni albümünüz Milliday’in eksenini oluşturan  zaman kavramıyla alıp veremediğiniz nedir? Örneğin Erkan Oğur çağdaş  yaşamın hayatın ritmini aşırı derecede yükselttiğini, bunun bireylerin  hayatı kadar müziği de olumsuz etkilediğini söylüyor. Yaşamda ve müzikte  zamanı yavaşlatıp detayları ortaya çıkarmak gerektiğini söylüyor.  Ağıtların bile oyun havası gibi çalınıp söylenmesinden yakınıyor. Ya  siz? - Bir süredir evrenin dönüşümü ve zaman üzerine okuyorum.  Kuantum fiziği üzerine çalıştım, Stephen Hawking’i, Raymond Kurzweil’i  okuyup tezleri üzerine düşündüm. Discovery TV’deki belgesellerde bilinç  ve hafıza üzerine yapılan yeni araştırmaların sonuçlarını izliyordum.  Tüm bunlar beni zaman ve kitaplarda rastladığım milliday kavramı üzerine  düşünmeye sevk etti. Günün binde biri kadar zaman kesitinde o kadar çok  şey oluyor ki… Sahnemi bu küçük zaman kesitine kurdum. Günlük yaşamın  koşturmacası arasında, anlık düşler kuruyoruz, anılarla geçmişe  sürükleniyoruz. Farklı duygusal iklimlerden geçiyoruz. Kimi zaman  geçmiş, gelecek ve şimdi aynı süreçte bir araya geliyor. Sonra bunlar  unutulup gidiyor. Milliday’da bu kesitleri bir araya getirdim. Beş  parçayı besteleyip yaklaşık altı ay Nardis konserlerimizde çaldıktan  sonra stüdyoya girdik. Diğer parçalar bu sürecin kısa zaman öncesinde  oluştu. Venedik’li sanat yönetmeni Matteo Scorsini de Milliday  konseptine uygun bir kapak tasarımı gerçekleştirdi.

Bestelerinizin günlük hayatla, anı ve izlenimlerle doğrudan bağlantısı var mı? -  Programlı müzik yapmıyorum. Öyküler anlatmak, melodilerle resimler  çizmek gibi amaçlarım yok. Fakat bu albümdeki birçok beste günlük hayat  ve anılarımla ilintili. Örneğin Within Green, çocukluğumdaki bir orman  yürüyüşünden izlenimler. Essaouira ise Fas yolculuğunda karşılaştığım  okyanus kıyısındaki kalenin yarattığı duyguyla ilgili. Tom Sawyer, bir  roman kahramanının müzikal portresi olmasa da, okurda yarattığı  duyguların yansıması. Mice Kingdom, metro kazısı sırasında Boston’ı  basan lağım farelerinin yarattığı irkilmenin ifadesi...

Bu albüme grup üyelerinin katkısı, içindeki doğaçlama oranı nedir? -  Caz öncelikle bir grup müziği. İcra sırasında enstrümanların grup  üyelerinin iç diyalogları müziği zenginleştiriyor. Düzenlemelerde grup  üyelerine özgürlük alanları bırakırım. Düzenlemelerde ortalama olarak  grup üyelerinin payı yüzde 30’a ulaşıyor. Bazı parçalardaki doğaçlama  oranı neredeyse yazılı müzikle eşit.Bu albümün şekillenmesinde  saksofoncu Engin Recepoğulları, gitarcı Eren Gümrükçüoğlu, basçı Alper  Yılmaz, davulcu Ekin Cengizkan’ın yaratıcı enerjisinin de önemli payı  var.

Caz çoğunlukla kulüp atmosferinde nefes alıyor, gelişiyor. Sizi kulüp konserlerinde seyrek görüyoruz, neden? -  Aile şirketimizde sorumluluklarım var. Düzenli olarak çalışıyorum.  Müziğe ancak akşam zaman ayırabiliyorum. Yanımda hep portatif klavye ve  dizüstü bilgisayar taşırım. Günlük koşturma sırasında aklıma takılan bir  şey olursa bilgisayarımı açıp çalışırım. Hiçbir yeni fikir olmasa da  her gün klavye başına otururum, kimi zaman 15 dakika, kimi zaman 3 saat  çalıştığım olur. Bu benim için kulüp konserlerinden daha verimli çalışma  yöntemi. Ayrıca grubumla provalar yaparız.

Yurtdışındaki festivallere katılma konusunda bir çabanız var mı? - Henüz bu festivallere albümlerimi gönderebilecek zaman bulamadım.

Müziğinizin şu anda ulaştığı koordinatları vermeniz gerekse… -  Yıllarca Chopin, Schumann çalmış bir piyanistim. Bu birikim müziğime  yansıyor. Kendimi Avrupa cazına daha yakın hissediyorum. Müziğimde etnik  öğelere şimdilik yer yok.

Neden? - Etnik, otantik öğeler çok üst  seviyede tekniklerle, soyutlamalarla kullanılmalı. Eğer müzikçi bu  düzeyde değilse, etnik malzemeye hiç dokunmamalı. Çünkü ortaya çıkan  ürünlerin ne caza ne de halk müziklerine hayrı dokunuyor.

Üçüncü albüm için herhangi bir tema, ya da oluşan bir fikriniz var mı? -  Elimde çok sayıda beste var. Uygun zamanı, birlikte çalacağım  müzikçileri bekliyorlar. Uygun bir tema bulduktan sonra yeni albümün  çalışmalarına başlayacağım, fakat bu konuda acelem yok. Geçenlerde  Beyoğlu’ndaki Lale Plak’a uğramıştım. Hakan Atala’yla sohbet ederken  babasının verdiği öğütten bahsetti. “Oğlum dükkanda öyle müzikler  çalacaksın ki içeriye giren müşteri gayrı ihtiyari ayağıyla ritm tutmaya  başlayacak” demiş. Şimdi böyle güçlü ritmik yapısı olan bir albüm  hazırlamayı düşünüyorum.

Planladığınız ve gerçekleştirmek istediğiniz yeni bir projeniz var mı? -  Müzik teknolojisi yönünden kültürel bağlamı da olan yukarıda anlattığım  kuantum mekaniği; zaman kavramı gibi konularla, ses aralıkları,  mikrotonal seslerin orijini ve yerel akort sistemlerini birlikte ele  alan kapsamlı ve kurumsal bir proje üzerinde çalışıyorum. Önümüzdeki  zamanlarda göreceksiniz bu konu bilhassa Türkiye’nin bulunduğu coğrafi  zemin üzerinden çok tartışılacak, uluslararası çapta ilgi uyandıracak.

Zihninizi müziğin dışında neler besler, hobileriniz var mı? -  Jazz Dergisi’nde önceleri bir hobi olarak başladığım “Körleme”  röportajları zaman içinde benim için neredeyse profesyonel bir iş konusu  haline dönüştü. Beş seneden beri çok sayıda müzisyenle “Körleme”  gerçekleştirdim, hâlâ devam ediyorum. Önemli müzikçilere ya da caz  severlere ne çaldığımı göstermeden caz albümlerini dinletiyorum. Çalan  sanatçıları tahmin etmelerini istiyorum, bu arada dinledikleri müzikle  ilgili yorumlarını alıyorum. Ayrıca dergiye caz konulu bulmaca  hazırlıyorum. Berklee’de film müziği dersleri de aldığım için, film  seyredip analizini yapmayı seviyorum. Ünlü yönetmenlerin kendi filmleri  ve film yapımı hakkında görüşlerini anlattıkları videoları takip  ediyorum şimdilerde... Kurgu benim için önemli bir kavram,  kimi zaman  müziklerim içerisine de buradan bazı öğeler katabiliyorum. 10 yaşında  bir kızım var, bilgisayar oyunlarını çok seviyor, piyano da çalıyor.  Onunla birlikte bazen piyanoda doğaçlama bir şeyler çalmak ve bilgisayar  oyunlarına katılmak da benim için her zaman çok keyifli  bir uğraş. (Serhan Yedig  /2015/Hürriyet)

Okunma 4322 defa Son Düzenlenme Son Düzenlenme Ekim 31 2015
Submit to DeliciousSubmit to DiggSubmit to FacebookSubmit to Google PlusSubmit to StumbleuponSubmit to TechnoratiSubmit to TwitterSubmit to LinkedIn
Hale Sarar

Caz müziğine olan tutkusu hayatında ayrı bir yere sahiptir. Caza gönül vermiş günümüz kadınlarının sesini duyurmak için çalışmalarına devam etmektedir.

Yorum Ekle

Gerekli olan (*) işaretli alanlara gerekli bilgileri girdiğinizden emin olun. HTML kod izni yoktur.

İletişim

E-mail:  bilgi@saksafonname.com